55. Leş Kargalarının Ellerinde Bir Eğri Top -Curve Ball-

"O Bir Curve Ball, O Hainlerden Bir Hain; O, Iraklı Ev Kozmetik Mühendisi Râfid Ahmed Elwân'"

CIA, o olmasaydı, başka birini veya birilerini bulacaktı; buna zerre kadar kuşku yok. Pakistan’ı ‘Taş Devri’ne döndürmekle tehdit eden ve Pakistan’ın mevcut hâli ile de bu vaadini yerine getirmiş bulunan George W. Bush ve ferikleri, Irak’ı Tunç Devri’ne döndürmekten çekinmeyecekti. Afganistan’ın mağaralar dönemindeki hâlini Ruslardan devralarak Karzai ve benzerleri ile daha da pekiştiren Neocon wampirler herhangi bir hain devşirmekte zorluk çekmeyeceklerdi.
***
Fakat şimdi sadece o var. CIA işi bittikten sonra onu leşleşmiş hâliyle leş kargalarının önüne atacaktı. Ama bu leş sadece kargaların değil, vicdanı olan konuşan tüm iki ayaklıların önünde şimdi. Leş kargaları bu leşi sürükleyerek, aşağılayarak insanların önüne taşıyorlardı. Evet; aşağılıktı, ama o kadar… Kendisini kullananlar ve ülkesini işgal edip milyonlarca insanın hayatını sona erdiren veya zindana çeviren aşağılıklar kadar çok değil… Danimarka askerlerinin Irak’ta ne aradıklarını sorgulamayan Danimarkalı televizyoncular Iraklı bir vatan hainini Almanya’da saklandığı fare deliğinde bulmuşlardı. Buldukları fare Curve Ball (Eğri Top-Muhbir) kod adlı Iraklı hain: Râfid Ahmed Elwân.

54. Ahmet Kekeç, Şamil Tayyar, Abdurrahman Dilipak, Yargı ve Basın Özgürlüğü

Kocaman bir mahalledeyiz. Hakkı savunduğunu, adaleti aradığını düşünen ve düşündüklerini söyleyenlerin, mahallenin kodamanlarınca tutulmuş fedailer tarafından elleri kolları bağlanarak, yani savunmasız bırakılarak her türden tedhiş ile sindirildiğini, dövüldüğünü gördüğünüzde ne düşündüyseniz, bende Ahmet Kekeç’i ve Şamil Tayyar'ı okurken aynen öyle düşünüyorum.
***
Ahmet Kekeç, iyi yazıyor, vicdanı var. Şamil Tayyar da öyle.
***
Şamil Tayyar, ne kadar ve kaç defa tazminat ödemeye mahkûm olmuş bilmiyorum, ama meşhur darbe davasında, iddianameden alıntı yapıp yazdığı yazı dolayısıyla aldığı hapis cezasının ertelenmesinden sonra, uzunca bir süre mahkeme kararıyla ‘özgür basın mensubu‘ sıfatını kullanamayacak. Ve kendisi hakkında soruşturma başlatıp dava açan ve mahkûmiyetine giden yolu hızlandırıp sonuçlandıran savcı ile çıkıp bir TV kanalında tartıştılar. Savcı helallik diledi, iş kapandı. Kapandı mı yani?

53. Steril Karmaşa; Sorular, Cevaplar, İyilik, Kötülük

Derinlerde kaynaşan soruların en donanımlısı karşınıza dikilirse bir gün, ne yaparsınız?... O soruya dair fikir maziniz mevcut ise herhangi bir mesele olmaz size göre; o soruları sormuş ve cevaplarınızı yeterlileştirmişsinizdir, geçiştirilmiş değilse dimağınızdaki tortular...
***
Ama ya size yönelen sorunun sahibine göre “ mesele” varsa?... Onun fikir mazisi ile size yönelmiş olan sorunun sizdeki cevapları yeterince örtüşecek midir?... O kendi minik sorgu burgularıyla kendi zihninde açtığı yere sığdırabilecek mi cevaplarınızı?... Veya gerçekten buna niyetli midir?... Tenkid sıfatlı ise sorunun içeriği, biliniz ki; o buna niyetli değildir... Zira; kendi kabuklaşmış cevaplarıyla sizin davranışlarınız zıt göründüğü için, size yöneltmiştir sorusunu ve cevaplarınızın fayda oranı yüksek ölçülerde olmayacaktır. Merak kurgulu içeriğe sahipse soru, yine problem vardır... Zira; kendi zihninde yeteri kadar yer açmış değildir, fikir mazisi yetersizdir ve cevaplarınızı anlayıp anlayamayacağı belirsizdir...

52. Didaktik/Psikal Faşizm'e Soru: Sen Hiç Fâkir Gördün mü, Psikiyatr Dr?

"Acaba Bush Hiç Çocukken Kurban Kesilmesine Tanık Oldu mu?" Alper Selçuk

Mübarek Kurban Bayramı’nın ikinci günü akşam; yemek yiyoruz. 9 Aralık 2008, 17:00 Haberlerini NTV’de izleyelim, dedik. Spiker, Kurban Kesimi ile ilgili ‘uzman’ görüşünü öğrenmek(!) ve öğretmek(!) amacıyla bir doktor bağladı ekrana; bir psikiyatrist. Psikiyatr doktor, uzmanlık görüşlerini yavaş yavaş serdetmeye başladı. Sekiz yaş altı çocukların ibadet kasıtlı kurban kesilmesini anlayamayacağından dem vurdu ve sâdede geldi, ‘Hayvan katliâmı’na tanıklık eden çocuk ve travmalar, tırnak yemeler, hayvan sevgisinin oluşmaması ve daha nice kötü şeyler’ konulu uzun bir analiz yaptı. Kurban keserken çocuklarını bu ‘vahşet’ten uzak tutmayanların ödünü patlattı. Öd bu; patladığı zaman, meseleyi -çocuğun yaşına bakmadan -uzatır da uzatır; çocuk, genç olur, yetişkin olur ve bu tür travmalar yaşamaması için hep bu ‘vahşet’ten uzakta tutulmaya gayret ettirtir adama. “Kuzu gibi bir yetişkin yetiştiririz”, dedirtir; hayvan sevgisiyle dopdolu, travmatik hiçbir özelliği olmayan süper insan yetiştiririz sandırır. Nihâyetinde travmalardan korkan bir sürü yetişkinimizin sonraki nesli, travma korkusuyla kurban kesemeyecek, buna şahit olamayacak ve biz kurban kestirecek bir fert bulamaz hâle geleceğiz. Çocuklar yemeklerde tüketilen etlerin nereden geldiğini soracak olurlarsa, travma korkumuza, yediğimiz etlerin Mars'ta yetiştirilmiş sebzeler olduğunu da anlatırız sonra çocuklarımıza- sonra et almaya Mars'a gitmeseler bari-.

51. PKK Terörü Nasıl Soyutlanır?

Madde 1:
Cumhuriyet, Kürtlere Osmanlı'dan miras kalan ağalığı partili zihniyetiyle korumamalı

Madde 2:
Doğu’da ve her yerde Siyâset, menfaat çarkının ana direği olmamalı

Madde 3:
İnsanlar Kürtleri aşağılamaktan, dışlamaktan vazgeçmeli, Kürtlük utanılacak bir şeymiş gibi saklanmamalı

Madde 4:
İnsânî değerleri henüz terörle yozlaşmamış olan Kürtler'in 'Beyaz Melek' filminde olduğu gibi, bu özellikleri körelmeden öne çıkarılmalı

Madde 5:
Devlet memurlarının-özellikle öğretmenlerin- rotasyon uygulaması adilâne devam etmeli. Öğretmen faktörü önemli bir faktördür. Desteklenmeli.

50. Kapitalist/Emperyalist Batı Çökerken...

Mahalle'nin cimri ve hırsız zengini iflâs ettiğinde, yoksulun gözleri parıldar. Kendi cebine giren hiçbir şey olmayacağı halde, yoksul, zenginin müflis hâlinden keyif alır. Psikanaliz yahut sosyoloji bu keyfe nasıl bir teori üretmiştir, keyfin süresi ne kadardır; yoksul buna da aldırmaz. Müflis zengin bir daha zengin olsun ya da olmasın; bununla da ilgilenmez. Yoksulun gözlerindeki parıltı, zenginin kendisi gibi 'algılıyor' hâle gelmesinden üremiştir ve hayatında bir an buna şahit olmak bile yoksulun gözlerinin parıldamasına ve keyif almasına yeter, hatta artar. Başkaca kez olmasa da, zaten yoksulluğa alışkın olan için vak’a’nın tekrarına hâcet yoktur.
***
Son Papa, son küresel-kapitalist-ekonomik krizi, İlâhî bir uyarı olarak nitelendirirken mürteci olarak adlandırılmadı. USA Başkanı G.W.Bush, yıkık, çökmüş görüntüsüyle 'ulusun sisteme olan inancının sürmesi isteğini'  yalvarırcasına televizyonlarda canlı yayında dile getirirken de, kimse çıkıp onu küçümsemedi, onun gaflarıyla alay etmedi. Avrupa'nın dev ülkeleri yana yakıla çâre ararken, merkez bankası başkanları, zengin G7’ ler sık sık bir araya gelerek piyasalara para pompalarken de kimse onların bu hâlini karikatürize etmedi. Dünya'nın bütün yoksulları yüzlerce yıllık büyük bir olgunlukla ve sessizce, keyif alarak, gözleri parıldayarak bu kan emicileri izliyorlardı.

49. Somalili Korsanlar, Ucuz Kitap, DVD-CD Film, Müzik, Kul Hakkı ve Sorgu

"Devler tepişirken, çimenler yeşil kalsın!" Alper Selçuk

Somalili Korsanlar Kızıldeniz'de cirit attığından beri, geçmişte de sık sık sorgulanan bir konu hakkında yazmak ve Korsan Kitap, Korsan Film,Korsan Müzik CD-DVD'leri gibi haksızlık ve kanunsuzluk  çağrıştıran ve düşünen okuyan, izleyen, dinleyen herkesi, farkındalık diriliğiyle zihnini her seferinde Kul Hakkı manipülasyonuna mahkûm eden,bu kitaplardan,CD ve DVD'lerden aldıkları için paralarını ödedikleri halde kendilerini suçlu hisseden kişileri ve kendimi -almış olsam da olmasam da- yeni bir sorguya davet etmek istiyorum. Başlıkta kullandığım gibi, söz konusu materyaller için de bundan sonra 'Korsan' yerine 'Ucuz' sıfatının kullanıma sokulmasını teklif ediyorum.
***
Sen tüketici kardeşim, gel otur sorgulayalım. Ama önce bir durum tesbiti yapalım beraberce; Bir Kitabevi'ne giriyorsun, kitap seçiyor ve onu almak istiyorsun. Kitabın fiyatını satıcıya soruyorsun, hatta pazarlık ederek indirim yaptırmaya çalışıyor ve sonunda satıcının senden istediği bedeli ödeyip kitabını alıp gidiyorsun.

48. Konuşmak ya da Konuşmamak; Recep Tayyip Erdoğan'ın Sesine Hükmeden Nedenler

Başbakan Neden Çok Konuşuyor?
***
Soruya cevap aramadan önce, az konuşan, konuşmayan ve çok konuşan başbakanları ve cumhurbaşkanlarını hatırlayalım isterseniz. Yakın tarihtekileri kısaca inceleyelim…
***
Şekil 1A: Önce Cumhurbaşkanları…11.Cumhurbaşkanı Gül’ü değerlendirmenin dışında tutalım. 10. Cumhurbaşkanı Sezer fazla konuşmadı; devri kaoslar, darbe girişimleri, özgürlüklerin kısıtlanması, terörün azması, ekonomik çöküntü, mafyaların ve basının egemenliği ve ergenekon devri oldu. 9. Cumhurbaşkanı Demirel çok konuştu, hâla konuşuyor; devri, kaos, banka hortumlamaları, türedi zenginler, sistem çöküşü, postmodern darbe, mafyaların büyümesi, terörün çeşitlenmesi ve azması, toplumun ayrışması ve susurluk, Helsinki zirvesi ile Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığının resmen kabul edilmesi devri oldu. 8.Cumhurbaşkanı Özal, bazen çok bazen az, genellikle çok konuştu; devri, çağ atlama ve ekonomik liberalizasyon, kısmî özgürleşme, türedi zenginler, terörün filizlenmesi ve sentez devri oldu. 7.Cumhurbaşkanı Evren bazen çok bazen az, genellikle az konuştu; devri laik-antilaik çatışmalarının yükseldiği, kutuplaşmaların yön değiştirdiği, din eksenli tartışmaların filizlendiği devir oldu. 6. Cumhurbaşkanı Korutürk hemen hiç konuşmadı; devri tarihin en büyük terör dalgasının ülkeyi harâbettiği, iç savaşın yaşandığı, ekonominin eksiye indiği devir oldu, sonrasında darbe oldu.

47. Dücane Cündioğlu’nun “Çocukça Düşünceler”inin Çelişkilerine Dair Bir Analiz

13.10.2007 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan Dücane Cündioğlu imzalı “Çocukça düşünceler” başlıklı  hem içerik hem de teknik olarak sorunlu Fıkra'nın Sektörel Analizi'ni yapalım...

“Halkın çoğu çocukça ve çocuksu düşünür ve bu nedenle insanlar hayat içerisinde sıklıkla karşılaştıkları çelişkilerden —zannedildiğinin tam aksine— pek de rahatsız olmazlar.”

Halkın çoğu çocukça ve çocuksu düşünebilse keşke; tam tersine halkın çoğu öğrenilmiş korkular ve çâresizliklerle düşünür, sorular sorar ve verilen cevapları alır. Eğer çocukça düşünselerdi sıklıkla karşılaştıkları çelişkilerden aşırı rahatsız olurlardı ve onlara verdikleri tepkiler dolayısıyla “yaramaz çocuklar “derdik. Lakin halk, çocukça düşünemese bile eski bir çocuk olan herkesten oluştuğu için, çelişkilerden özellikle yönetsel aklî çelişkilerden en çok rahatsızlık duyan unsurdur. Rahatsızlığını eline geçen her fırsatta belli eder, sadece bu biraz uzun sürer. Siyasetçiyi aldatanda bu sürenin uzunluğudur.

46. Mürteci-Mütedeyyin İllüstrasyonu, Şâmil Tayyar, Hüseyin Çelik, Emre Kongar


“'Mürteci’ ile ‘mütedeyyin’ arasındaki o ince çizginin ihmali, dine ve inançlı kesime yönelik saldırılarla bütünleşince…” 21 Kasım 2008 tarihli Star Gazetesi’ndeki “Solcu Müslüman olur mu?” başlıklı köşe yazısında Şâmil Tayyar, böyle giriş yapıyor bir parağrafa…
***
Şâmil Tayyar gibi dikkatli bir şahsın böyle bir bakış açısına sahip olduğunun farkında olup olmadığını bilmiyorum. Onun yazı çizgisinden yansıyan düşüncelerini biliyor olduğumdan, böyle hastalıklı açısına sahip olduğunun farkında olmadığını, böyle bir durumun da alışılageldik ‘algısal bozunma’dan kaynaklandığını düşünüyorum. O da bu bozunumun kurbanı olmuştur muhtemelen. O’nun bu yazısı belki de konuyu incelememiz için fırsat olmuştur.
***
Bu hastalıklı bakış açısını saptayabilmemiz için öncelikle iki sözcüğün sözlük anlamlarına bakmamızda fayda var. Kolay denetlenebilir olması bakımından internetteki sözlükleri kullanalım. Mürteci, irtica ile ilişkili; Wikipedia’ya göre gerici, TDK’ya göre yeni düzene karşı direnen (kimse), gerici; Mütedeyyin, dinle ilgilenen,dinî hassâsiyetlere dikkat eden; Wikipedia ve TDK’ya göre dindâr; demek. Gördüğümüz gibi, sözlük anlamları birbiriyle ilişiksiz. Ama nasıl ilişkili hâle getirildiklerini mukâyese bâbında iki ünlü isimden, iki akademisyenden dinleyelim.

45. "İddaa Sitesi 18 Yaşından Büyükler İçindir. 18 Yaşından Büyük müsünüz?"

İddaa ‘nın resmi internet sitesinin ana sayfasına girmeden önce karşınıza çıkan sayfada başlıktaki ifâde var. Soru için de ’Evet’ ve ‘Hayır’ cevaplarının yerleştiği butonlar var. Siteye giriş yapan her kim ise ve kaç yaşında ise ‘Hayır’ seçeneğini tıklamayacağı muhakkak (varsa bu buton istatistiklerini merak ettim, ‘Hayır’ butonu tıklama sayısı sıfırdır veya sıfıra yakındır herhâlde). ‘Evet’ buton’una kullanıcının yaşını tahmin etmesi ve ölçmesi gibi bir yetenek kazandırma büyüsü yapılmadıysa, bunu tesbit etmek imkânsız. Yani girişte yapılan bu muamele kânunî dalavere konsepti oluyor. Sitesi böyle yüksek denetime tâbi olanın Bayii’si nasıldır merak eder misiniz? Etmeyin; kolayca karar verin, oynarken yaşta sınır yoktur; kuponda bunu kanıtlayacak bir şey bulamazsınız. Kazandıktan sonra yaşı uygun birini bulmak kadar kolay hiçbir şey yok. Ortada kazanılmış para varsa, artık birçok babanın kızmayacağı bir durum da var demektir. Tahmin ettiğiniz üzere, konuya yaş kategorisinden duhûl edecek ve işin pastel rengini kırmızıya dönüştüreceğiz.

44. 'One Minute' Fenomeni / Recep Tayyip Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi

Yerel seçimler yapılacak Mart’ta. İktidar partisi dışında diğer partilerin neden seçime girdiklerini ısrarla anlamaya çalışsam da anlamıyorum; kim bilir belki de bu bendeki bir zaaftır. Anladıklarını düşünenler lütfen beri gelsinler ve anlatsınlar; ciddî ciddî dinleyeceğim. Anlamama yardımcı olurlarsa teşekkür edeceğim. Prensip olarak; kategorize edilmekten hoşlanmam ve konu kategorizasyon olunca, Müslüman olarak tasnif edilmek dışında, fersah fersah uzağa kaçarım. Partili değilim, olmadım, olmam da. İktidar Partisi’nin ortalığı kasıp kavuracağını, hemen birçok yerde seçimi rahatlıkla kazanacağını düşünmeme sebep olan şeyler ‘partizanlık’ yaftasıyla etiketlense buna şiddetle ve samimiyetle karşı çıkarım. Ve içtenlikle soruyorum, diğer partilerin seçime neden girdiklerini anlayan var mı?
***
Şu anda (Bu satırlar yazılırken, 29.01.2009 saat 19:44) Başbakan Erdoğan Davos’ta Gazze konulu oturumda beyânât veriyor ve diyor ki; ”İsrail’in izni olmadan Gazze’ye bir kasa domates bile sokulamıyor, bu insani değildir. Önce bir insan sonra bir Başbakan olarak konuşuyorum”. İsrail’i tutumları dolayısıyla ‘Karşılıklı muhabbet kıvamında ve mahalleli Mehmet Efendi’nin dili sâdeliğinde’ eleştiriyor ve İsrail Başbakanı Olmert’le konuştuklarını aktarıyor. İsrail vahşetinde olanları tek tek anlatıyor. Herkesi başını ellerinin arasına alarak düşünmeyi öneriyor. “İsrail’deki nükleer silahların bir tanesinin veya zerresinin Filistin’de olduğunu iddia edebilir misiniz? diye soruyor. Ortamda İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’de var.

43. Aşağılık Kompleksi - Flaş Haber: Obama ‘Soykırım’ Demedi(!)

24 Nisan 2009 Gece yarısı tüm haber kanalları ekranların sol alt satırlarını ve sol ya da sağ sütunlarını iri puntolar ve kalın bantlarla kırmızı ve sarı renklerle doldurdular: Flaş Haber: “Obama ‘Soykırım’ Demedi. ABD Başkanı Barack Obama, 24 Nisan yazılı başkanlık açıklamasında, 1915 Ermeni olayları için "soykırım" nitelemesini kullanmadı. Türkçe'ye "büyük felaket" olarak çevrilen Ermenice "Meds Yeghern" sözüne yer verdi. Barack Obama, "Ermeni halkı bizim kalplerimizde yaşadığı gibi, 'büyük felaket' de, bizim anılarımızda yaşamalı" diye konuştu”
***
Gözlerim ve zihnim bu haberin veriliş tarzına takıldı ve haber kanallarımızın bu flaş anlayışından tiksindim. Hayır, şaşıracak bir şey yoktu. Onlar alışageldikleri alçaklık kompleksinin genetik kodlarına uygun davranıyorlardı. Bu yıllardır bir flaş haberdi ve her yıl tekrarlanan bir oyundan başka bir şey değilken ve kendileri de bu oyunun bir parçası iken nasıl farklı davranabilirlerdi ki? Türkiye’nin başına çuval geçiren Bush’un düşmanlık devrinde bile bu ülkenin temsilciler meclisi dış ilişkiler komitesinde sözkonusu tasarı tabul edildiğinde, Türkiye,ABD’den elçisini çeken/çekebilen bir ülkeydi. Herhalde bu yüksek diplomatik tepkinin güzide basınımızın hafızasından silinmesi de, ilgili haberin flaş haber olarak lanse edilmesinin temel sebebiydi.

42. Kurtlar Vadisi Günü ve Saati Tez Bitirile!

Turizm mücevherâtçısında çalışan kırklı yaşların grileştirdiği saçlarıyla ‘olgun bir adam’, Perşembe akşamı, Show TV ekranında ‘Kurtlar Vadisi’ dizisinin yeni bölümünden önce yayınlanan bir önceki bölümün özetini göz ucuyla izlerken, Lise 1‘deki oğlunun ‘sınıfta kalma’ ihtimâline dair olabilecekleri tartışıyordu.
***
O gün, 11 Haziran 2009 perşembe akşamı idi ve daha önceki tüm perşembe akşamlarında yaşandığı gibi bakkal, lokantacı, pazarcı, kasap, inşaat işçisi, çiftçi, öğretmen, avukat, pilot, polis, asker, gazeteci, yazar, siyasetçi, vali, profesör, hatta doktor ve eşlerinden, kardeşlerinden, çocuklarından, anne-babalarından müteşekkil milyonlarca izleyici günlerdir bekledikleri yeni bölümü izlemek üzere tüm planlarını yapmışlar, acil işlerin çıkmaması için dua ederek ve uzun süren reklamlara kızarak, küfrederek oturup bekledikleri diziyi izlemekteydiler. Akşam namazını reklam arasına denk getirip kılanlar da, içkilerini ellerine alıp koltuklarına kurulanlar da aynı ekrana bakıp aynı şeyleri izlemek ve aynı şeyleri düşünmekte ‘birlikte’ idiler.

41. Açılımlar Döngüsünde İzdiham; Kürt Açılımı

Bir sürü açılımımız var. Ama hepsi kapandı. Ya da açıldığı gibi kaldı. Bu açılımlar rengarenkti. En karası CHP'nin çarşaf açılımı oldu. Açıldığı gibi kara çarşafları bir kenara fırlatan tesadüfen seçilmiş ve gösteri dünyasında kullanılamayan bir kaç 'fukara' kadın tarafından kuytu bir köşede defnedildi. Şimdi de 'Kürt Açılımı' diyorlar. Bu kez hükümet diyor. Açılımlar döngüsünde bir izdiham var gayri. Bir bağırtıdır sürüp duruyor. Da biri gelse de anlatsa, anlasak; neler oluyor? Şimdiye kadar yapılanlar neydi?
***
Hükümet, yasaları AB uyum süreci içerisinde demokratikleştiriyor; ama demokratik standartlara göre anayasayı değiştirecek bir açılım gücüne sahip değil. Anayasası değişmeyen bir ülkenin yasalarının demokratikleşmesi nasıl mümkün olacak ki? Anayasa'yı değiştiremeyeceğini ilan eden ve son şeklini verdiği anayasa taslağını askıya alan/nadasa bırakan bir hükümet, nasıl bir açılımdan medet umabilir? Kürt Açılımı, diğer açılımlar gibi temelleri dönüştürülmemiş demokratik(!) bir yapının ikna odalarında katledilmeyecek veya bir ucube olarak ortada kalmayacak/bırakılmayacak mı? Yetkilerini aşarak anayasa değişikliklerini anayasa'ya aykırı bir şekilde esastan görüşen ve iptal eden ve kendisini bütün icrâî(yasama-yürütme) kurumların üstünde gören Anayasa Mahkemesi gibi bir antidemokratik yüksek mahkemenin varlığına dair engelleyici özellikleri ortadan kaldıramayan hükümet hangi açılımları, açılıp genişletilecek hakların üzerine serebilecek? AB uyum sürecinin ne manası var ki?

40. Islak İmza; Mertliğin Reddi

“Bu imza’da kurudur kardeşim, ıslak olduğunu kanıtlayın tüm belgeleri kimin hazırladığını/hazırlattığını söyleyeceğim!”

Sahiden ıslak mıdır bu imza? Islaksa, sürekli ıslak tutulmak için nasıl bir mürekkep kullanılmıştır acaba? Kadınların makyaj malzemelerindeki kimyasallardan kullanılmış olabilir mi? Kullanılmışsa, kadın kokusu da sinmiştir muhtemelen. Aklım alamıyor; yahu hangi imza ıslak kalabilir?
***
İlk duyduğumda ıslak-kuru imza görüntüleri doldurdu hayallerimi. Kuru imza’yı anlamaya gayret ettim. Niye kuru? Nasıl kuru? Kuru ise bir de bunun yaş hâli vardı elbette eşyanın tabiatı gereği –imza eşyâ mıydı bu arada?-. Kuru üzüm, kuru kayısı ve dâhi kuru fasulye ıslak yani yaş, yani suyu buharlaşmamış hâllerini de gömmüşlerdir hâfızâmıza.

39. Taliban'ın Kestiği İki Parmak

Mübarek Ramazan’ın ikinci günü 22 Ağustos 2009 akşamı saat 22:50’de ekrandan geçip gidenlerle hiç ilgisi olmayan bir alt yazı geçiyor TRT 2: Afganistan’da yapılan seçimlerde oy kullanan iki kişinin parmaklarını kesmiş Taliban. Kim bilir kullandıkları oy karşılığı kaç para almışlar zavallılar? Seçimi planlayanların yeşil dolarları iki kişinin parmaklarının diyetleri oldular belki. Belki de o iki zavallı hiç para da almamışlardı. Allah bilir ancak bunu; ama oy kullanıp kendi tercihini belli etmeye çalışanların parmaklarının kesildiğini biz artık biliyoruz. Kesen, kestiren, sebep olan vesaire, hepsi lüzumsuz ayrıntı. Afganistan’da oy kullanmanın diyeti şimdilik bu.
***
Hasan Nail Canat merhumun ‘Nur dağındaki Çocuk’ adlı romanı Afganlı mücahidlerin destanlarını anlatırdı. Afganlı ilk oydu gözlerimizde. Bir de mahallemizde Afganistan’dan 50’li yıllarda göçüp gelmiş bir Türkmen vardı, ama o yaşlı kendi halinde bir şeydi; kahraman değildi. Sonra Rambo’nun Afganistan macerasında o küçük Afganlı çocuğa bıçağını hediye verdiği zamanlar geldi. Gerçi Rusya’yı o filmde Afganlı mücahidlerin yardımıyla da olsa yenmişti, ama bir süre sonra o Afganlı çocuğu terörist diye öldürmek için bu kez başka devletlerle ortak operasyon amacıyla bir sürü ramboyla Afganistan’a döneceği o zamandan belli değildi. Belki de belliydi de anlamamıştık. Acaip bir hüzün vardı Rambo’nun gözlerinde; Amerika’nın insancıl (!)gözleriyle çocuğa bakıyor ve salya sümük ağlatıyordu her karesinde izleyenleri.

38. Devlet Ağa ile Kamuoyu Önünde Hasbihâl

"Benim özel hayatım toplumu ilgilendirmez, toplumu düşüncelerimin ilgilendirmesi lazım. Benim hayatım dümdüz bir ülkücü cizgidir, zigzag yoktur ki renkli olsun."
                                                Devlet Bahçeli, MHP Genel Başkanı

Bugün 8 Mayıs 2010. Bugün güzel bir cumartesi. Ama ben şaşkınım. Şaşkınım, çünkü; gözlerim açık, bugün Devlet Bahçeli’nin ‘gerilim ve çatışma yüklü yeni dönemin baş aktörü‘ dediği AK Parti’nin eseri olan 17. Anayasa Değişiklikleri ile ilgili yaptığı yazılı açıklamayı okuyorum MHP’nin resmi internet sitesinden. Gerçeküstü bir dünyadayım ve muhteşem bir imitasyon filmi izliyorum, (ajitasyon değil, lütfen). İnönü, Demirel, Erbakan, Baykal, Cindoruk, Yılmaz ve benzeri bir yığın orijinal ağızdan sonra bu imitasyonu izlemek gerçekten hârika. Bu imitasyon muhteşem bir karma, maksikarma.
***
Ama ben onu 2002’de genel seçim kararı aldırmasındaki ısrarı ve 2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi meselesindeki tutumu ile ayrı tutmuştum diğerlerinden. Bu ülkeyi iki kez berbat kilitlenmelerden çıkarıp almıştı, ferâsetli tutumuyla. Ne yapacağım şimdi?
***
Neyse… Miras, müsrif tarafından tüketilir zaten. Muhteşem bir yazı zamanı tasarladıysam bu vakitte, demek ki; Devlet Ağa muhabbet mirasını günbegün tüketmişti. Bizde ona, müsrif hâline hürmeten eskimiş bir muhabbetle bakmaya devam edeceğiz. Eski muhabbetler ekşi koksa da nitekim…

37. Kanaat Önderlerinin Etki Gücünün Sorgulanması ve Spekülatif Bir Örnek: Muhammed Fethullah Gülen

2010 yılında sorduğum sorunun cevabını 2014'te arıyorum: 
"M. Fethullah Gülen bunları neden yapıyor?"
Alper Selçuk, 06.03.2014

 13.06.2010 tarihinde yazılmış aşağıdaki yazıyı, 17-27 Aralık 2013'teki FETÖ ihaneti ve sonrasında her türlü ihanetten daha alçakça 15 Temmuz 2016'daki askeri darbe girişimi sonrasında yeniden okudum; Başbakan Erdoğan'ın bile aldandık dediği düzlemde yazdığım bu yazı, aslında bir tarihe ışık tutmaktadır; bu büyük milletin profesyonel görev paylaşımlarıyla masonlar tarafından nasıl aldatıldığının en büyük delili olarak duracaktır. Dikkatle okumanızı öneririm... Alper Selçuk
****

Düşüneceğiz; bu hengâmede zekâmızı/aklımızı ve nefsimizi Kur’an’ın kesin hükümlerine amâde kılarak düşüneceğiz. Başka çıkış yolumuz yok. Önce kişinin mükellefiyetine dair çerçeveyi inceleyecek, sonra bu hususta âlim veya bilenler sınıfına bakacak ve en son Gazze’ye insanî yardım götüren İHH organizatörlüğündeki filonun uğradığı saldırıyı ve gerekçelerini, kendi bakış açısına göre değerlendiren M. Fethullah Gülen’in kanaat önderliğini tahlil edeceğiz.
***
Kanaat önderi tamlamasına ilişkin tahlillerin tenkit aynasında yer bulmasının zamanı geldi ve geçiyor. Kadılık, Halifelik, İmamlık, Şeyhlik, Seyyidlik, Dedelik, Şeyhülislamlık, Müderrislik/Fakihlik, Hocaefendilik gibi kurumların itikâdi ve amelî kanaatlerin ‘sor-bildirilen kanaate itaat et’ mekanik istenci ile fetvâ deruhte ettiği dönemler insanlığın ulaştığı farkındalık düzeyinden dolayı sona ermek üzere… Kanaat önderlerinin yanılabilirliği bir hakikat olarak günbegün zihinlerde yer ediyor.

36. Muhammed Fethullah Gülen Hakkında Sansasyonel Olmayan Bir Çalışma

 17.01.2010 tarihinde yazılmış aşağıdaki yazıyı, 17-27 Aralık 2013'teki FETÖ ihaneti ve sonrasında her türlü ihanetten daha alçakça 15 Temmuz 2016'daki askeri darbe girişimi sonrasında yeniden okudum; Başbakan Erdoğan'ın bile aldandık dediği düzlemde yazdığım bu yazı, aslında bir tarihe ışık tutmaktadır; bu büyük milletin profesyonel görev paylaşımlarıyla masonlar tarafından nasıl aldatıldığının en büyük delili olarak duracaktır. Dikkatle okumanızı öneririm... Alper Selçuk

****
Şu güzelim gökyüzü neler görmüştür ilk yaratıldığından bu yana, nereden bilebiliriz ki? Tarihçilerin derme çatma notları ile hükümdârların yahut menfaatdârların lütfu hayrına, yağ-bal kombinasyonu içerisinde terkib edilmiş tek yanlı metinlerden elde ettiklerimizin çürüklüğüne bakarak sağlam bilgi edinmemiz neredeyse imkânsız. Tarih, müddeilerinin aksine, kendisine hâs yöntemlere ve kıstaslara sahip olmasına rağmen bu yüzden bir bilim dalı değildir.
***
Hâl bu hâl üzere iken yaşadığımız dönemi anlatmak, en azından öncekilerin yaptıklarından daha fazla hakkaniyete uygun ve adil olmak mecburiyetine mahkûmdur. Mahkûmdur, zira; artık hiçbir şey tek yanlı yazılmıyor, doğrusunu yazmak fikir sahibi her adam için namus borcudur. Herkes meşrebince yazmakla meşgul ve bu meşguliyetin içinden hakikati seçip almak akıllı insanların insafına kalmıştır.
***
Muhammed Fethullah Gülen hakkında bir çalışma yapmak niye bu kadar zor olur incelemek lâzım. Bunu zorlaştıran nedenler nelerdir? Kuşku pompalarının her an çalıştığı bu devirde, acaba insan anlattığı şeyin doğru yanını tutmuş mudur? Anlatırken kul’un hakkına tecavüz etmiş midir?

35. Üç Maymun Konseptinde Korunan Erbakan

Gözlerimiz görüyor, kulaklarımız duyuyorken; duyduklarımıza ve gördüklerimize şaşkınlıkla ve inanmazlıkla bakıyorken; akl etmez misiniz, diye emreden Allah’ı düşünüyorum. Diyorum ki; Bunları söylemesem, gündeme getirmesem sorumlu olurum. Gadre uğramış binlerce gencin, milyonlarca yoksulun; bu ülkede yaşayan inanmış insanların çektiklerini görünce de yapacağım işte dedikodu/gıybetle iştigal etmiş olmaktan endişelenmeyeceğim. Bu gün burada bu ülkenin sade bir insanı olarak yaklaşık elli yıla varan bir dönemde insanların hayatlarını derinlemesine etkilemiş bir insanı söyledikleriyle izleyeceğim. Herhangi bir ayrışmaya sebep olma riskim yok, çok şükür. Ayrışma risk olmaktan çıkıp gerçeğe döndüğü için yazıyorum zaten. Bu ayrışmayı başlatan, körükleyen ve sürdüren de Erbakan ve çocukları.

***
2007 Temmuz milletvekili seçimlerinden bir kaç gün once AK Parti’ye ve Ak Parti Genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı başlattığı acımasız ve saldırgan, içinde Allah Korkusu’nun zerresi bulunmayan savaşın kan süzülen yüzünde gözlerimi gezdireceğim. Bu siyâsî ihtirâsla yüklü açık savaşta Müslüman’a ait ne varsa altüst edip bir kenara atan, Kanal B ekranlarında(Milli görüş internet arşivinden bu konuşmanın kaydı kaldırılmıştır, Alper Selçuk), kendisini dinleyen temiz Müslümanların yüzlerini kızartacak derecede küçülen bir söyleme nasıl düştüğünü gören, daha sonra 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden önce Erdoğan’ı yıkmak için her türlü “puştluğu” yapacağını söyleyen aynı kanalda propaganda yapan yeni Saadet Partisi genel Başkanı Numan Kurtulmuş’a kadar uzanan açık düşmanlığı izleyen benim gibi biri daha fazla sabredemezdi.

34. Ali Bulaç,"Aydın olmaktan vazgeçiyorum", Desin.

 “Her gün ark değiştiren akarsuya ırmak denmez.”
                                                                        Mustapha Méditerrané

Eylül ayının dördüncü haftasında (22.09.2008), Kanal 1’de Fatih Altaylı’nın Teke Tek adlı programında Gazeteci-yazar Ali BULAÇ’ı izlerken zihnimden geçenleri sınıflandırmakta zorluk çektim. İnsan’ın hemen her hâline alışkın olmama rağmen, Ali BULAÇ’ı izlerken ve dinlerken; onu  yadırgadığımı, bundan dolayı sorguladığımı, nihayetinde ona acıdığımı söylemem gerekir. Çevresi mor halelerle içeri çökmüş gözleri çok kararsız bakıyordu Altaylı’ya; kararsız, tedirgin, suçüstü yakalanmış gibi  (Eleştiri(!)lerinin başına açacağı işlerden kaynaklanan bir tedirginlik değildi, sanırım). Danışıklı bir döğüş vardı sanki orta yerde. Altaylı soruyor, BULAÇ ardı sıra, papağan gibi aynı şeyleri tekrarlayıp duruyordu. AK Parti’ye karşı pozisyon aldığı gün gibi ortadaydı.
                                                                      ***
 Söylediklerini dikkatle izledim. Çünkü; Ali BULAÇ, aydının tanımını yapmaya çalışan, böylelikle bir düşünür, aydın olduğunu söyleyen ve yazan biriydi. Ekranda ve mikrofonda olmanın getirdiği geçici güç sanrısı değildi onu etkileyen.

33. Meal ve Birkaç Söz…

Bu hususta söz söylemek ne kadar zor… Oysa tam aksine, bu hususta söz söylemek kolay olmalıydı. Kolay olmalıydı, çünkü; anlamaktı bütün mesele. Anlamak, Allah’ın biz insanlar için gönderdiği son mesajı anlamak; anlayabilmek üzere kafa yormak.
***
Anlamayı zorlaştırmak kime ne yarar sağlar ki? Anlamak ve anlatmak üzere söz söylemek niye zorlaştırılsın, niye bu minvalde ter döken adama kem gözle bakılsın ki? Anlamaksa bütün mesele, anlamak üzere niyetin hâlis olması yetmez mi? Niyeti hâlis olanla olmayanı ayırt etmek çok mu zor?
***
Çok mu zor hakikaten? Yani bir adam, bir kadın yahut bir çocuk soru soramaz ve o sorusunun cevabını arayamaz mı? Ve bu cevap her şeyi bilen Allah’ın gönderdiği kitabında varsa, bu cevap Arapça dışında herhangi bir dünya dilini konuşan için nasıl ulaşılabilir olacak?

32. Süzülmüş Sözlerden Artakalan Düşünceler; Yalçav Sözü Öykünmeleri

"Kırkı aşmış aklı başında bir adam kitaplığının önünde durup düşünmelidir. Tümel’e ve tikellere hükmeden Allah’a itaat edeceği yerde, tikelleşip çoğullaşarak yalnızlaşacağını ve tümellere tek başına ulaşamayacağını bildiği halde süzülmüş sözün en güzelini bulduğu yerden, Kur’an’dan beslenmeden Allah’a çağırabilir mi? İyi iş yapabilir mi? “Ben Müslümanlardanım”, diyebilir mi?"

Kitaplığının önünde durup kitaplara bakan yaşı kırkı geçmiş bir adam ne düşünür?
**
Kırkı geçmiş bir adam ve kitaplar. Sözün inceldiği yerleri öğrenmiş bir adam ve sözün inceldiği yerleri bin bir zahmet ve kaygıyla süsleyip adamın zihnine damıtan kitaplar. Ve o kitapları yazan adamlar. Evrensel değerler, söylemler iddiasında olup da ardı ardına ödül verilen, konferanslara davet edilen, adlarına cilt cilt analizler, çözümlemeler ve kritikler yapılan, akımlar oluşturup klikler devşiren ve derin/akademik tartışmaların en gözde objeleri olan adamlar. Kırkını aşmış kitap düşkünü bir adam kitaplığının önünde durup ince sözlü adamların yazdığı kitaplara bakarken ne düşünür?

31. Özür Dileyin, Diz Çökün Önlerinde Filistinli Çocukların!

Cladius’un Satılmış Lejyonerleri, Castilla Kraliçesi’nin Tövbekâr Çocukları/Leganés'te Mavi Marmara Anıtı

“Dinle, Katolik İspanya’nın Katolik Kraliçesi! Dinle, İsabella! Onurlu bazı çocukların diz çöküyorlar önlerinde Filistinli çocukların.” 

Sesime yankı istiyorum. Sesimin yankılanmasını istiyorum. Tarih'in önünde sesime ses katılsın istiyorum.
***
“Dinle Cladius, dinle Neron, dinle Vespasianus, dinle Titus, dinle Hadrianus; dinleyin putperest Roma’nın putperest İmparatorları! Kılıçlarınız ve gürzlerinizle yok ettiğiniz, sürdüğünüz neslin çocukları, bin dokuz yüz yıl sonra ülkelerine geri döndüler. Şimdi, onlar, sizin onları yok ettiğiniz, sürdüğünüz gibi öldürüyorlar, sürüyorlar Filistinlileri. Filistinliler putperest değiller, ama sizin yaptıklarınızın bedelini ödüyorlar. Dinleyin putperest Roma’nın putperest İmparatorları! Bugünkü lejyonerleriniz, Medici dölleri, putlarınızın bazı torunları, şimdi size de ihanet ediyorlar.”
***
“Dinle, İsabella, dinle Katolik Kastilya’nın Katolik Kraliçesi!

30. Onlar İçin Mesele Başörtüsü Değil; Müslümanlığımızdır

“Biz birbirimizle meşguldük. Biz birbirimizi tekmeleyerek çözüm bulacağımızı sanmakla, cehaletin dibinde bocalamakla meşguldük. Biz kördüğüme dönmüş şaşkınlığımızla daha da deşiyorduk, Müslüman kardeşlerimizin karınlarını… İstedikleri her şeyi yaptılar, Müslümanlığımızı çaldılar ve biz hep seyrettik.”

Artık ivedilikle anlamamız gereken bir gerçek var; mesele başörtüsü değil. Kafamıza vura vura söylüyorlar; anlamıyoruz. Onlar 'Simge' diyerek karşı çıktıklarını söylüyorlar, biz 'Simge değil, inanç gereği' diye açıklamalar yapıyoruz. Bu tiyatro sürüp gidiyor. Bu oyuna “Dur!” demeliyiz.
***
Başörtüsü bir simge dostlar, açıkça anlamaktan kaçınmamız bir işe yaramaz artık. Siz de kabullenin başörtüsü bir simge; bizim/sizin simgemiz, kadınımızın simgesi. Müslüman kadının Müslümanlığının simgesi. Başörtüsünü çıkarttırmak istemelerinin temelinde de bizi simgelerimizden vazgeçirebilme hedefi var. Simgelerimizden vazgeçtiğimiz de, ilkelerimizden de vazgeçebileceğimizi öğrendiler.

29. Bol Kükürtlü Aforizmalar

“İş bu minvalde kusmuklar arasında hakikat bilgisine rastlamak müşkil bir iş olacağı için, aforizmaların içerdikleri bol kükürdü ayırt etmek, buna göre aforizma ithal etmek zarurîdir. İthal edilen aforizmayı da ameliyat masasına yatırmak, Allah’ın mektubuna uygun bir imtihan ile tetkik etmek elzemdir.”

Bugün; şimdi; geçmiş ve geleceğin tam ortasında, nutuklarda, akademik makalelerde, konu ve kişi bazlı tahlillerde sıklıkla kullanılan, kaleme alınıp insanlık hafızasında muhafaza edilmiş metinlerden çıkarılarak ya da bağımsız/doğdukları andaki gibi bir veya iki cümle ile yaşayıp giden aforizmalardan (motto, özdeyiş, kelâm-ı kibâr, ülger, vecize, özlü söz) bahsedeceğiz. O aforizmalar ki; kutsal birer emir gibi zihnimize zıpkınlanmakta ve ilânihaye tüm fikrî tesislerimizin işleyen çarklarına nüfuz etmekteler.
***
Aforizmalar mühimdirler, zira faydaları vardır. Mühimdirler; zira zararları vardır. Kükürt içeren besinler gibidirler. Çoğunlukla insan üretimi aforizmalar bol kükürt içerirler. Bundan nâşî okuyan, düşünen insanların başı ağrır, boğazları ve mideleri yanar. Onlar bu yüzden sık sık toplum önünde ve evlerinde kusup duruyorlar. Fukaraların derileri alerjilere açık hâle geliyor, ciğerleri zayıflıyor, nefes alamıyorlar. Böbrekleri tahrip oluyor; kişi de multifonksiyon bozukluğu görülüyor.

28. Didaktik Diyalektik ve Didaktik Anti Diyalektik; Sorumluluğa Karşı Sorumsuzluk ve Allah

"Dünya hayatından başka bir şey istemeyen didaktik diyalektikçiler ile fenâ ve mevcudâtın birliği ile Kâdir-î Mutlak'a dâhil olduklarını söyleyenlerin zikredilmesini isteyen didaktik anti diyalektikçilere karşı ne yapılması gerektiğini de emrediyor Allah..."

İnsanlar sürekli aldandılar: sarsılıp ayrıldılar, sapa yollarda kayboldular. Akıllarını kullandıklarını sandılar; acılar içinde kıvrandılar. Akıllarından yoruldular, akıldan uzağa kaçtılar. Bilmiyorlardı; zannediyorlardı. Zanları onları İblis’in ebediyet ağacına sürükledi. İnsanlardan bazıları bazılarına itibar ettiler, diğerleri sonradan gelenler bu itibâra hürmet edip geçmişi yücelttiler; atalarının dinini icat ettiler. Bazıları ise yüceltilmiş her insanı akılsızların akılsızlığında eritti. İman edenler, iman ettiklerini söyleyen akılsızlar sebebiyle akılsız olarak tahkir edildiler. İnsan ‘gassal önünde bir meyyit’ değildi.
***
Süregelen insanlık tarihi boyunca öğütleyici/öğretici akıl yürütme (tez-antitez-sentez) ve öğütleyici/öğretici akıldışılık (mistik hâller, keşifler, ilhâm) birer özgün yöntem ve yol olarak insanları iki şeyden-kendilerinden birine zorladılar. Kitaplar yazdılar, meseller ürettiler. Sohbet halkaları, tedrisat çemberlerine döndü. Kalktılar şehir şehir, belde belde gezdiler. İnsanlara öğütler verdiler.

27. Masumiyet

“Cesedin eylemsizliğinde öfke yoktur; masumiyet öfkenin yokluğunda aslına, toprağa döner; ceset masumiyet gittiği için çürür.”

Dışarı çıkmak, görünür olmak; pırıltılı serinliğini, görmek isteyenlerin gözbebeklerindeki sevgi sunaklarına takdim etmek masumiyet için hiç zor değildir. Kırpılmış yıldızların mavi ve kırmızı gözeneklerindeki sıcaklığın kaç kadir ettiğine bakmaksızın, çıplak gözle görülebilecek kadar duru ve masumiyet rengine çaldığını kesintisiz ikrâr ile tekrarlar durur, insanın derinliklerine çalınan maya…
***
Geçmiş, hangi bulanık ayrıntıyla ilişkilenmiş; kir, hangi şakrak ruhu kasvetin karanlıklarına gömmüş olursa olsun, masumiyet, temas ettiği ruhların serin parlaklığına her seferinde şahitlik eder. Bıkmaksızın çeker insanı, kendi iç döngülerinden; tertemiz bir iç aydınlığına sürükler, yıkar, durular.

26. Bir Düşünür Ne zaman Ölür?

“Bir düşünür, nefsinin şiddetle arzuladığı şeylerin süsüne kapılıp gittiği anda ölür.”

Efektif çıngarların cadı kazanına dönüştürdüğü zihinsel dönüşüm çemberlerinin, eski, yeni, yetkin, yetersiz her bir insanoğlunu kuzu kürkü gibi sarıp sarmaladığını anladığımda… Düşlerin kahverengi atmosferinde, griye, siyaha ve daha çok her bir koyu renkten en iç karartıcısına dümen kıran talepleri çözüp, aklın duvarına bağladığımda… henüz bir çocuktum.
***
Efektif çıngarlar zihnin karnını deşip bağırsaklarını sokağa döküyordu. Ortalık kokudan geçilmiyordu. Kadınlar, erkekler, çocuklar, yaşlılar ve daha niceleri burunlarını tıkayarak geçip gidiyorlardı, her bir karışı dökülmüş bağırsaklarla dopdolu sokaklardan. Sadece burunlarını tıkıyorlardı ve geçip gidiyorlardı. Birbirine kör, birbirine duyarsız, kendi efektif çıngarlarıyla baş başa, hatta onlarla yüzleşmiş bir şekilde kendi bağırsakları dökülmesin diye kaçışıp duruyorlardı.

25. Mide Bulantısında 13 Kritik/Anti Anakronik Ara

Sokakta hamburger yiyorlar, liseli iki zirzop gibi... Hiç bir şey olmamışçasına rahatlar. Rus olanı kola içiyor. Amerikalı soğuk çay. Kırgızistan’da binlerce kişiyi birlikte öldürdükleri halde. Etlerini Hamburger’in arasına sıkıştırdıkları binlerce Özbek ve Kırgız’ın kanları sıcak sıcak duman tüterken. Nasıl, ha nasıl? Hangi mideyle?

(1. Kritik/Anti Anakronik Ara)

İçim, bir yıl dolmadan yedi kez kol kola gelen bu iki adamın midesine tükürmek istiyor. Nasıl? Nasıl konuşabiliyorlar, insanların, hele o minicik çocukların ölümlerini. Nasıl? Her seferinde nükleer başlık mı konuşuyorlar? Filistinli çocuklar, Afganlı kadınlar, Pakistanlı yaşlılar, ah! Midem bulanıyor…

(2. Kritik/Anti Anakronik Ara)

Che... Arjantinliydi. Komünistti. Sosyalistti. Kapitalistlere düşmandı. Kapitalistler ve komünistler otuz dokuz yaşında öldürdüler, adamı.

24. Her Kast Ayaktakımıdır İstanbul’da

“İstanbul, birinin doğurup büyüttüğü bebeği, diğerinin büyük bir iştahla gözlediği yerdir.”

İstanbul’un küçümseyerek taşra dediği diğer şehirlerin, her birinin bir karakteri var. Net, durağan, kimi zaman çıkıntı birilerini doğurmak için azıcık ikircikli, ama sıradan; binlerce yıldır salınan söğüt dalları gibi. Fakat İstanbul öyle değil. İstanbul, tüm bileşenleriyle ayrık ve bu ayrıklığıyla bütünleşik bir şehir. Bütünleşik, çünkü; başka çâresi yok.
***
İstanbul, ağlarına takılmış, o ağlarla kanına akıtılan her bir umdeye, ciğerlerine üflenen her bir nefese mahkûm olan insanların şehri iken, tohumlarına karşı ilkelidir. O insanlara ağlarını anlatmaz, o ağlarla yaşamaya mahkûm olduklarını hissettirmez. İstanbul insanı hangi türe yenik düştüğünü göremediği gibi, hangi türü doğuracağını da bilmez. Tipik İstanbul insanı fanustaki balıktır.

23. Darbecilere: “Çula Sarın, Küle Otur!”*

Tarih yazar; eski kahramanlar bileklerinin gücüyle birer ikişer adam toplar, ordu yapar, serhadler aşarlarmış. O kahramanların hangisini sayayım bilmiyorum; en son M.Ö 10.000 filminde gözlerimle gördüm; bir genç tek başına çıktığı yolda, kahramanlıklarıyla ordu kurmuş, dağları taşları aşmış, Firavun’u fildişinden yapılmış mızrağıyla öldürüp, onun tanrı olmadığını, aksine sıradan bir ölümlü olduğunu kanıtlamıştı.

***
Filmdi, kurguydu, efsaneydi; olmuşsa da olmamışsa da en nihayetinde tarihti işte. Tarihte kalmış kahramanlıklar aklıma geliyor son günlerde. Eskiye rağbet, bitpazarına nur yağdırıyor hâlâ. Gönlüm eski zamanın kılıç şakırtılarında, eğilmez-bükülmez yaylarında ve o ipince, çelik kadar sağlam oklarında kahramanlık arıyor. Tüfek icat edildiğinden beri, mertlik, kahramanlık snaypırların kahpeliklerinde anlam kayması yaşayıp ölmüş. Elin oğlu, şimdi insansız uçaklarla deviriyor yiğit mi yiğit adamları.

22. Ruh Yırtıkları

“Her ruh yırtığı, o yırtıkta iz bırakmış diğer insanların ruhlarına ruh yırtıklarından bağlıdır”

Bir insan ruhu, çözümü o insanın ömrüne sığamayacak kadar büyük bir problemdir. Ömrü bir asra yaklaşmış olanların çoğunun gözlerinde yakaladıklarımız, bize bu problemin onlar için hâlâ çözülememiş olduğunu anlatır. O gözlerde, çözebilmişlerin sonsuz önceden sonsuz sonraya uzanan huzuru değil, doğum anından sonraya, adım adım son ana sarkan derin bir hüzün vardır; yenilmişliğin hüznü.
***
Ömür, sonsuz önceden sonsuz sonraya dönen çarkların dişlilerin sayısının geometrik hızla arttığı, çaplarının ritmik olarak büyüdüğü ve birdenbire eski hâline döndüğü bir zaman aralığıdır sadece. Dişliler ve çarkların çapı doğan her insanın öğrendikleri ve yaşadıkları ile de hem doğru hem ters orantılıdır.

21. Sofistik ve Sufistik Sanrılara Müdahale: Tanrı ‘Ne’ midir ‘Kim’ midir?

Sofistik ve sufistik karmaşa ile kendilerini dengelerin uzağında dinlenmeye bırakan şahısların, niyetlerinin dinlenmeye kalmak olmadığını, aksine insanlar tarafından izlenen, ilgiyle merak edilen ve kendilerinden daima ‘ilginç şeyler’ beklenen birileri olarak algılanmak olduğunu düşünmek daha sofistike ve sufistike geliyor bana. Ki; elbette insanın aranan biri olmayı istemesi doğaldır, bunda garipsenecek bir şey yok. Asıl garipsenecek olan şey bu değilse işte tam olarak şudur; aldatmak. Hem insandan uzak durmayı murad edip bu uzaklığı pazarla hem de insanlardan uzak kalmak için hiçbir şey yapma; aksine insanlar senin hakkında ne demiş, senin hangi dediklerini senin anlattığın ya da anlatmadığın şekilde anlayıp anlamadıklarını takip et, sonra otur-kalk seni anlamadıklarının cehaletlerini basit veya mürekkep cehaleti diye ikiye ayır.
***
Biraz sofistik diyalektik yapalım, belki sonunda diyalektik taklitçiliği ile biz de taklit edildiği açıkça belli olan bir ucube söz icad edip dakikalarca bu sözün etrafında dönüp dolaşıp kendimize zekilik ziyafeti çekebiliriz. Sonra Platon’un Aristo’ya taktığı ‘okuyucu’ lakabına benzeyen ‘tâlib’ şablonunu uyduracağımız ‘mârikler’ bulabiliriz…(Mârik, merak’ın Arapça fail kalıbı ile tarafımdan yapılmış bir sözlimesi olup, ‘merak eden’ anlamındadır, böyle bir icat varsa da haberim yoktur.)

20. Gölgenin Kaybedeceği Şey Karanlıktır

“…yüksek yıldızların ışıltılı kılıçlarına esrik bir nefes üflüyor; ötüyor gölgenin karanlığı…”

Gölge, cismin ardında ışığın düşemediği yerdir. Işığın gücü artıkça gölgenin karanlığı azalır; ışık, düşemediği yerin karanlığını azaltır. Biz insanlar buna şeffaflık diyoruz. Şeffaflık artacaksa ışık güçlenmeli… güç dengelenmeli.
***
Her kararsızlık kendisini korumaya meyillidir ve kararsızlık da istikrar ile kendi kararlılığını oluşturur. Gölgenin karanlığı, derin kararsızlığıyla mücehhez kararlılığını korumaya direndikçe de ışıkla gölge büyük bir mücadele içine girer. Gölge kendi karanlığını korumayı kendi varlık sebebi sayar. Işık ise ulaşamadığı gölgenin karanlığını hissedilir olmaktan çıkarmaya azmeder. Şimdi çatışmadan tevellüt eden vakıa, kendi cereyan damarlarında mevcut… heyecanlar ise nefessiz.

19. Tasavvuf Ölü Adamların Yapılmış İşidir; Ekmek Kapısı’dır.

“Yağmur varsa bulut da vardır.” Moustapha Meditérrané

Berzah âleminden çıkıp gelemeyeceklerine eminim. Söyleyeceklerime itirâz edemeyeceklerini de biliyorum. İtiraz edemedikleri için söyleyeceklerim doğrudur, demeyeceğim. Söyleyeceklerim, onlar iz sürücülerinin iddia ettiği gibi ‘gelemeyecekleri için’ doğrudur. İddia ediyorum ki; tasavvuf ölü adamların yapılmış işidir ve onlar tasavvuf işini yaparak geçinmişlerdir. Tasavvuf onların diri iken ekmek kapısıydı, şimdikiler de dimağlarına sürülmüş parlak mistik yağlar için heveslenip aynı ekmek kapısında dileniyorlar.
***
Her müddei iddiasını ispatlamakla mükelleftir. Ben değilim. Zirâ; ispatlanması gereken iddia, elde kanıtları olmayan iddiadır; kanıtları bulup gelmek müddei’nin işidir, mecburiyetidir. İddiam, kanıtları herkes tarafından bilinen iddiadır; tıpkı yağmur yağdığında göğün bulutsuz olamayacağı iddiası gibi apaçık meydandadır. Ben iddiamı izah etmekle mükellefim. Bu iddia’yı bir muhkem hakîkat olarak bilip idrâk edenlerin -ki, bunların çoğu pamuk şekerinden mâmül zincir ile birbirine bağlanan, birbirinden beslenen tasavvuf pirleri ve müridleridir- hakîkate ihanet edip bu hakîkati saklamalarından mütevellit bir izâhât mecburiyeti vardır. Birer aslan’a dönüşmüş olduklarından ağızlarından elimizi uzatıp, karınlarındaki hâkikati ışığa çıkarma işi de hâkikâti Kur’an’da izleyenlerin işidir, işi olmalıdır.

18. Antik Eleklerle Originalité Arama Çelişkisi ve Kirli Maslahat Kaygısı

‘Orijinal Fikir-Farklı Kalıp’, çok çekici ve endeks belirleyici bir slogan. Öyle ki; bu sloganın üretim felsefesi, derin odaklarca fişlenme riskini göze alabilmiş olmayı da gerektiriyor. Düşünce üretiminde temel kaygının ‘originalité’ olması, diğer tüm maslahat kaygılarının bir tarafta tutuluyor olması anlamını da taşıyor. Yani; cemaat.com ‘Orijinal Fikir-Farklı Kalıp’ gibi yüksek bir eşik belirlediğine göre, korkusuzca, konu merkezli tahlilleri de kapsamalı.

***
Muhakkak ve mutlaka, her bir konu kendi hassas dengelerini hüviyetinde hâizdir. Fakat sorulması gereken soru, bu denge’nin doğal bir denge olup olmadığı, sorusudur. Eğer, kastettiğimiz dengeyi, çeşitli günlük kaygılardan müteşekkil bir konseptte oluşturmuşsak, bu denge yapay bir dengedir ve bu dengenin orijinal fikir ve farklı kalıp gibi bir hedef gözetmesi düşünülemez. İddianız yavan kalır. İnsanların bu denge için arayış içinde olduklarını düşünmeniz de bu anlamda yanlıştır; kapsayıcı ve çağırıcı değildir. İnsan, Originalité aradığı için buradadır. Dengelerin gözetilmiş endişelerle beslenmiş olması herhalde binlerce yıllık yazılı tarihte yeterince sık bulunmuş bir realitedir ve hakikaten Hakîkat arayışında sıkıcıdır.

17. Klasikler; Ölü Adamların Sonsuza Kadar Süren Cinayetleri

Başlık çok sert farkındayım; yüksek edebî sosyete koordinatörlerine göre böyle bir genelleme yapmamam gerekirdi. Ama yaptım; bunu yapmamın benim için hiç sakıncası yok. Üstelik, klasik okumamış diğer herkes için de bunu yapmam sakıncalı bir şey yapmış olmam anlamına gelmiyor -unutmadan belirtmeliyim; başlıktaki klasikler sadece edebiyat kitaplarına işaret etmemekte, işin bu kenarına klasik felsefe, psikoloji, sosyoloji, tasavvuf, din ve siyaset kitapları da bulaşmakta; lafım hepsine uzanmaktadır-. Tesadüfen klasik okumamışları, birer maktule dönüşmemiş oldukları için özel olarak tebrik etmem de gerekmiyor; yaşıyor olduklarına şükretsinler. Tebrik edeceğim tek kesim, vakt-i zamanında ‘klasik okumayacağına’ dair prensip edinmiş olup da klasik okumayanlar olacaktır. O vakt-i zaman, dipdiri bir zihne sahip oldukları gençlik zamanıdır; o zaman geçtikten sonra yetişkinliklerinde klasik okumuş olup olmamaları önemli değildir -yetişkinin direnç noktaları sağlamdır, gözleri görür-. Zaten insan ancak gençliğinde katledilebilir; sonraki yıllarda her ne sebeple olursa olsun eceliyle ölür.
***
Hayır, öfkeli değilim. Ölüler ile maktuller beni neden öfkelendirsinler ki? Şu anda öfkeli olmamam, az sonra öfkelenmeyeceğim anlamına da gelmez -bu öfke kişisel değil, şahsıma panzer hazırlamayın lütfen!-. Mesele ölü yazarlar yani katiller ve maktullerle bitmiyor; katliamın sürmesi ve bu iğrenç cinayetlerin popularize edilerek sevdirilmesi beni öfkelendiriyor.

16. Terâzisi Kırık Teşne Adamlar

Tercihli Başlık: ‘Teşnelik Komplikasyonları veya Bir Yere Kapağı Atmak’

II.Bayezid döneminden başlatırım ben teşnelik komplikasyonlarını; dilerseniz Adem ile Havva’nın ölümsüzlüğe teşne halleriyle yasak meyveyi yemesine de uzatabilirsiniz hikâyeyi. Ama o zaman iş daha da büyüyecek; insan denen varlığın özüne doğru yolculuk yapmak zorunda kalacak, mevzûmuzdan uzaklaşacaksınız. Bize bu düşünce zamanında lâzım olan Dünya’da yaşayan insan’ın teşne hallerinden üreyen komplikasyonlar değil şimdilik; Türkiye’de yaşayan insanların teşnelik komplikasyonları. Neden II.Bayezid? Onun bu komplikasyonlardaki günahı ne?(Fâtih’in Hurufî sevgisi ayrı bir meseledir). Bir değil birden çok günahı var bu hususta Bayezid-i Sânî’nin.
***
İlk günahı siyâsî basiretsizliği. Tarih’in anlattıklarına göre, kim bilir hangi sebeplerle -fısıltılara göre sûfî geleneklerin ve sûfîlerin etkisi ile II.Bayezid savaş için çekimser kalmıştır- Şia’nın tâ Trabzona kadar elini, ayağını uzatmasına seyirci kalmasına tahammül edemeyen oğlu I.Selim’in iktidarı elde etme düşüncesi (İktidara teşne olması) ile Osmanlı geleneklerine aykırı bir çerçevede babasına isyan etmesi ve onunla savaşmasıdır. Netice-i itibarla ondan sonra her bir şehzâde saltanatı elde etme hırsına daha fazla kanıp, kandırılıp her vakitte devletin temellerini çürütmüştür.

15. İçimizdeki Çocuk Ölüm'e ve Diriliş'e Nasıl Bakar?

Geldik, gideceğiz; alternatif yok. Onların gittiği yere. Onlar, bizden daha önce ölümle karşılaşıp bileşenlerine ayrışan insanlar; annelerimiz, babalarımız, dedelerimiz, nenelerimiz, yakın uzak milyarlarca insan. Niçin yaratıldık, niçin ölüyoruz?

“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk 2)

”De ki: “Sizin kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm var ya, o mutlaka size ulaşacaktır. Sonra gaybı da, görünen âlemi de bilen Allah’a döndürüleceksiniz de, O size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” (Cum’a 8)

"Dediler ki: “Biz bir yığın kemik, bir yığın ufantı olduğumuz zaman mı yeniden bir yaratılışla diriltilecekmişiz, biz mi?” De ki: “(Şüphe mi var?) İster taş olun ister demir!” “Yahut aklınızca, diriltilmesi daha da imkânsız olan başka bir varlık olun, (yine de diriltileceksiniz.)” Diyecekler ki: “Peki bizi hayata tekrar kim döndürecek?” De ki: “Sizi ilk defa yaratan.” Bunun üzerine başlarını sana (alaylı bir tarzda) sallayacaklar ve “Ne zamanmış o?” diyecekler. De ki: “Yakın olsa gerek!” (İsrâ 49,50,51)

14. Adamsızlık ve Adam

Adamsızlık kavuruyor Dünya’nın ufuklarını. Üstü ve altıyla çöl kıvrımlarına açılıyor, her bir yol her gece ve gündüz. Çöl kasırgaları, fırtınalarla yer değişiyor insanlığın kalburun üstünde ve altında kalan adamlarının karınlarında. Adamsızlık acıtıyor bağırsaklarını tarihin.
***
Özü sözünden ayrı iblislerden müteşekkildir iş bu nedâmet. Nedâmet ki; zülfü yok asaleti yok. Birer çapulcu çöreklenmiş seslerin tümünün üstüne. Tilâvetler yetim, Ezanlar yetim, ölüler yetim, diriler yetim. Nâdim, şirpence’den muzdarip; ruhuna sinmiş, zihnine sinmiş örümceklerle perişan. Ne tövbe edebilir ne de güç bela diline dizdiği tövbesinde itidal üzre olabilir. Çöl tilkisi ürkekliğinde fırdöner gözbebekleri.
***
Adamsızlık çürütür dinlerin tümseklerini. Kahkahalar sıyrılır gecelerin karanlığından; her bir mahdum diz çöker öfke tabakalarından sıyrılıp gelen babaların önünde; adamsızlık kurutur her bir yeni neslin damarlarını. Babalar; hocalar, şeyhler, kerbelâlar. Yağlı urganlara sürülür boyunları, alnında adamın izinden iz taşıyanların. Bir taburede eskitir onları hocalar. Eğilmiş boyunları bin bir teslimiyet içindeyken enselerinden ruhlarının özsuyunu alır şeyhler. Her bir kerbelâ, aydınlık her gününü haram eder kuşağını aklına dolamamış Peygamber izcilerinin.

13. Yoksul Omuzlardan Sırrın Bir Acûzeye Dönüşmüş Çapulluğuna

Çocukken oynardık, bir test yapardık meselâ; iki arkadaşımızı yan yana ayakta durdurur, omuzlarının arasını açar, o araya yerleşir ve her iki elimizi onların omuzlarına koyar ve yükselirdik. Hangi arkadaşımızın omzu eğilmezse, ona “Senin baban zengin” derdik. Ne hikmetse, hep omzu eğilenin babası zengin çıkardı. Anlamazdık tabi. Çocuk kafası işte; ”İyi besleniyor, o zaman güçlü olmalı”, diye düşünürdük. Bu test biz çocuklara iyi ders olmuştu o vakitlerde; Baba’nın zenginliği ile omzun güçlülüğü arasında tam olarak ters bir orantı vardı. Zengin çocukları bu yüzden kolay dayak yerlerdi. Zaaflarını bilirdik; güçlü değillerdi.
***
Uzun yıllar sonunda artık çok iyi biliyoruz; kolları emekle kavrulmuş omuzların gücü, başkalarının emeğiyle beslenen omuzların gücünden çok daha fazla. Zenginlerin çocuklarına bıraktıkları mirâs’ın en geç üç kuşak sonrasında yoksulların eline geçişindeki sır da burada. Her servetin ilk zengini geçmişinin yoksul adamıdır. Güçlü ve yoksul kollarıyla ve tırnaklarıyla kazıya kazıya yahut güçlü yoksulların omzuna basa basa yükselir; zenginliği kendinden menkul bir ürün olarak telâkkî eder ve zirvelerin keyfini alnının teri olarak anlatır, durur. Fakat, evlâdının omuzlarının içi yoksulun özel gücüyle dolu olmadığı içindir ki; mirâs eksilmeye başlar. Ya diğer zenginler o güçsüz omuzlu evlâdı soyar, soğana çevirir - En’am 133: "Rabbin her bakımdan sınırsız zengindir, rahmet sahibidir. Sizi başka bir kavmin soyundan getirdiği gibi, dilerse sizi giderir ve sizden sonra da yerinize dilediğini getirir"-, yahut onlar satıp savarak sefih bir hayat ile çürük omuzlarının düşmesine dek yerler, bitirirler. Yoksullar onlar satıp savarken kapıp gelirler güçlü omuzlarına düşen kısmetlerini. Müstesnâ olanlar elbette vardır -Bakara 267: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve yerden sizin için çıkardıklarımızdan Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki Allah, her bakımdan zengindir, övülmeye lâyıktır"-.

12. TRT’de Tasavvuf Fırtınası

TRT’de Hayko Cepkin’in ‘Demedim mi’ adlı klibi sık sık/yerli yersiz dönüp duruyor. Ekranın sağ alt kenarında bir de ilahiler vurgusu var. Birer şarkı formatına dönüştürülen ilahilere karşı olumsuz bakışımı korurken, aslında ilahilerin tasavvufu beslediğinin ve yaygınlaştırdığının da farkındaydım. Tasavvuf’a karşı ironik bir konumlandırma yapıldığını da düşünüyorum.
***
TRT’de tasavvuf fırtınası estiğine dair zihnimde peydahlanan her şey sunuculuğunu Serdar Tuncer’in yaptığı TRT 1’deki Ramazan Sevinci (1)programını izlerken birdenbire gelen öfke dalgasıyla başladı. Öfke kıvılcımlarının kafamın içinde dönüp durmasının öyküsünden bahsetmek istiyorum size. Olayın öncesini de anlatmam gerekir. Ramazan’ın başından beri iftardan önce hep Kur’an okunmasını bekledim; tefsir yapılsın, mealler üzerinden açıklayıcı bilgiler verilsin, Hadislerin ışığında kişisel ve sosyal sorunlar irdelensin, Hz.Peygamber’in hayatından hadiseler aktarılsın, sahabilerle ilgili öyküler anlatılsın vesaire. Bugün 15. Gün de bitti ve ben beklediklerimin hiçbiri ile karşılaşmadım. İstanbul’da ikamet edenler için herhalde Kur’an tilavetini izlemek ve dinlemek nasip olmuştur.

11. Baston Fikirlerin Gölgesinde Balık Avlamak

Stephen W.Hawking’in Zamanın Kısa Tarihi’ni okuduğumda bundan yıllar evvel, 50 yıla yakın bir süredir kafası dışında hiçbir yeri çalışmayan bu adamın, herhangi bir dayanak fikri baston olarak kullanmadığına şahit olmuştum. Yani, bakın ben şu önermemi şuna, buna ve ona dayandırarak oluşturdum, demiyordu Hawking, hala demiyor. Onun, şunun, bunun fikirlerini gösteriyordu kitabında, ama destekleyici bir kalıpta almıyordu; onların temel eksikliklerini vurguluyor ve yeni bileşik önermeler üretiyordu. Oturduğu tekerlekli mekanik sandalyesinden uzayın derinliklerine dalıyor ve zamanın kısa tarihini kendi özgün önermeleriyle kafasına göre şekillendiriyordu. Hayatının 30 yılını hasrettiği karadelikler teorisi 2004 yılında parçacık fizikçi Preskill tarafından çürütülünce, yanıldığını itiraf etti. Kara delikler maddeleri yutmuyordu. Preskill’in dediği gibi karadeliklere giren madde doğru bir kuantum fiziği ile geri elde edilebilecekti. Nihayetinde oraya çıkan şu basit ve çarpıcı gerçeği belirtmek ne demek istediğimizi anlatmamıza yardımcı olacaktır. Hawking’in 30 yıllık teorisini çökerttiğinde Preskill üzülmüştü: “Pekiyi, bundan sonra sevgili dostumla neyi tartışacağız?”

9. Şiir’e Yergi; Büyü, Leylâ ve Kibir

Artık tüm dinler aşk dininin ayakları altındadır. Bütün kurbanlar tek bir ağızdan –tekbir getirir gibi- inletirler evreni: “Tanrıça Leyla’nın önünde eğilin!”

Şiir’in büyüsü var. Dünyalar güzeli büyücü bir kadının büyüsü gibi bir büyü bu. İblis’in güzel kadın kılığında tütsüler eşliğinde irad ettiği büyü gibi durur, aldanmışlığın zihni hoş eden köşelerinde ve dahi göklerinde. Aldatır adamı; hem de mahvederek aldatır. Okurken, yazarken, düşündürürken, hayal kurdururken aldatır; aldanmayı isteterek aldatır. "
***
Şiir’in büyüsü yerilecek şeydir sırf bu yüzden. Gerçeğe ihanet ettirir şiir, kendi büyüsünde mıhlanan körlüğü büyüterek. Ve der ki; “Ne kadın ne de Allah…sadece ben varım.” Şiir’e vurulur adam, şiirden yayılan kokuya tav olur kadın. Şiire tutulur şiir okuyan her oğul. Şiirde kaybeder metanetini yüzlerce iblis’ten korunan kadın. Oğul otu gibi teskin eder iç türkülerini insanoğlunun; sindirir, silikleştirir.

10. Yalnızlık Çığlıkları; Gerili Bir Mancınığın Ucuna Kondurulmuş Çığlıklar

“Her bir renk yapayalnızken kendisidir." Moustapha Méditerrané

“Anne-baba, eş-evlâd, dost-akraba ve daha niceleri gerili bir mancınığın ucuna kondurulmuş yalnızlık çığlıklarıyla hazır halde beklerken, insan, duyduğu her çığlıkla öldürdüğünü bilerek yardım elini uzatabilir mi?”

İnsan, gözlerinden dışarıya bakan bir parçacıklar bileşimi ve bedende konumlanmış bir misafirdir. Gözleri bu mekânın dışarıya açılan penceresidir; iki doğrultmandan oluşan tek pencere. Bu tek pencerede düğümler atılır yahut çözülür; yalnızlık bu tek pencerede fısıldar varlığını. Bir sayha yükselir gözlerden dışarıya bakan insanın ağzından, içerideki sonsuz çokluktan dışarıdaki sonsuz çokluğa. Yankılanır gider çığlıklar ve gerisingeri hızla dönerler içine insanın. Çığlıkların bu serüvenleri, yalnızlık efsanesinin inleyen nağmelerini anlatırlar diğer insanlara. Ve bu efsane Adem yaratıldığından beri tek kişiliktir.

8. Yaratılmış Ölümlü, Sen Yaratamazsın!


3 ay önce yazıldı | 22 kez görüntülendi
Yaratılmış ölümlü yaratabilir misin? Buna gücün yeter mi?
***
Ne kadar saygısızca bir iddia! Yaratmak ne, sen nesin?
***
Anlatsana! Nasıl anlatacaksın yaratabileceğini? Yarattığını iddia ettiğin şeyleri mi örnekleyeceksin? “Yarattıklarım, yaratacaklarımın kanıtıdır” mı diyeceksin? Hadi bana bir masal daha anlat, ucu açık kibrinle süslediğin. Hadi gülümset beni, bir grip virüsüne yenilip yataklara düşen sen! Nâz yapmadan anlat, nasıl yaratacaksın?

7. Kitaplar ve Çerçeveler- Çerçeve Savaşları

Raflarında dizili kitaplardan, içlerine türlü türlü desenler, resimler ve insan portreleri sığdırılan metal, ahşap ve plastik çerçevelerden değil, her türden iç içe çerçevenin içine yerleştirilmiş çeşit çeşit kitaplardan bahsedeceğiz. O resmi çizelim önce. İç içe çerçeveler hayal edin ve en içteki küçük çerçeveden başlayarak birer kitap yerleştirin sonraki her büyük çerçevenin boşluklarına. Resminizden hoşnut olduğunuz anda da bu çerçeveleri sona erdirin ve eserinizi inceleyin.
***
Eserinize bakarak, çizdiğiniz kitapların sizin sistem ve düzen algınıza göre ya rastgele ya da hesaplanmış ölçüm aralıklarına göre yerleştirildiğini söyleyeceğim. Bunu siz resminizi çizdikten sonra, onu diğer türdeş resimlerle mukayese ettiğinizde hiç zorlanmadan fark edeceksinizdir eminim. Aynen düşüncelerinizi, işinizi, kıyafetlerinizi, eşinizi, işinizi ve çocuğunuzu mukayese ettiğiniz gibi. İşte bu meselden de görebileceğimiz gibi, çizdiğimiz iç içe çerçevelerin içine yerleştirdiğimiz kitaplar bu çerçeve anlayışına göre yazılmışlardır ve amaçları sizin kafanızdaki çerçevelerin çizilmesini sağlamak, o çerçeveleri bânilerin keyfi kadarınca genişletmek veya daraltmaktır. Birbirini çizen ellerdeki paradoks gibi, siz kitapları çerçeveler içine alırken kitaplarda sizi çerçevelerle sarmalarlar. Adem-Havva ve İblis’ten, Hâbil ve Kabil’den bu yana insanın o kocaman ve derin zihninde, o zihnin sınırlarının çizilmesi ve bu sınırların zabt-u rabt altına alınması için yapılan savaşlar çerçeve savaşlarıdırlar.

6. Hikmet ve Sanal-Mekanik Hayatlar

New York’ta Kasırga-Hortum Terörü - NYC: Tornado Terror- filmini izlerken zihnimde önceki zamanlardan ve deneyimlerden biriken düşüncelerin birdenbire yumrulaştığını fark ettim. Film, küresel ısınmadan kaynaklanan tepkimeler sonucunda atmosferin çift katmanlı bir konuma geçişi ve bu geçişin New York şehri üzerinde oluşturduğu hortum-kasırga etkileri ile mücadele konsepti içinde kurgulanmış mekanik, kuru bir film. Birkaç kahramanlık ve babalık duygusu dışında hiçbir mekanik olmayan örgüsü bulunmayan bu film’in düşüncelerimde neleri yumrulaştırdığını anlatacağım. Zihnim bu yumru’yu hazmedemedi . Anlatma sebebim belki de bu hazımsızlığın bulaşıcı olmasını istememdi. Ki; bu inanmış bir insan için hazmedilebilecek bir şey değildi; olmamalıydı.

***
Gece’nin dinlenmeye ayrılan kısmından gündüzün çalışmak/öğrenci olmak için parsellenen bölümlerine kadar, yaşayan insanın bir bütün olarak yirmi dört saati vardır. Bu yirmi dört saat -uyumanın bazen ne kadar müşkil bir durum olduğunu düşünürseniz- uyuyan insanı da kapsar. İşte bu yirmi dört saatin tamamında büyük bir ihtimalle hepimiz sanal-mekanik bir gereklilikler zincirinin kurbanları olarak yaşıyoruz. Hayatlarımız işimizle, eğlencemizle ve diğer kaydı sabit isteklerimizle sürüp gidiyor. Günler birbirine ekleniyor ve sanal-mekanik gereklilikler(!) sonucunda doğduğumuz zamandan çok sonra aynı sanal-mekanik gereklilikler koşusunda ölüp gidiyoruz.

5. Septisizme Çarşaf Dolayan Menfaatperest Düşünce Haini

Canımı en çok sıkan konulardan biri, herhangi bir düşünce eylemcisinin doğal/organik septisist burnuna insanın asla aslını öğrenemeyeceği konuları dayatmak, bu konulara dair soruları sordurmaktır; sormaya zorlamaktır. Yanlış anlaşılmasın, bilimsel septisizme karşı değilim, kesin bilgiye ulaşana dek şüphe etmeyi aklın işleyişinin bir gereği olarak görmekten vazgeçemem.  Ancak şüphe ederken de, şüphecinin zekâya saygı duymasını beklemek en doğal hakkım. Şüpheci neyi kavrayıp kavrayamayacağını belirleyebilecek bir zekâya sahip olmalıdır, kendi zekâsını aşan konulara dalış takımları olmadan girmemelidir ve girilmesini teşvik etmemelidir. Ben çıkamadım, “hadi buyur sen çık”, diye gencecik şüpheci burunları derin karanlıklara salmamalıdır. Bunu yapıyorsa, onun ruhsal dengesi bozuk bir şaşkın olduğunu söyler ve diğerlerini kışkırtarak, kendisi gibi şaşkınların sayısını taammüden arttırmak ve onların arasında saygın bir yer edinmeye çalışmakla suçlar; onu menfaatperest bir düşünce haini olarak ilan ederim. Bunları söylerken Dogmatizmi savunmuyorum, hatta Dogmatizmin sınırlarını Allah’ın emirlerine/bildirilerine kadar uzatan hastalıklı kafaları da tel’in ediyorum.
***
Budalaların zekâlarına da laf uzatacak değilim. Zekâ değiştirilemez özelliklerden biridir ve Allah vergisidir. Ben budalalığı aklın devşirme yöntemlerle elde ettiği bir sonuç olarak algılıyorum. Bu yüzden insanın katkısının çok olduğu aklı bu tür türbulanslarda suçlamayı seviyorum. Bu kendi aklım olsa bile, fark etmiyor. İnsan budalalığı kendi aklına borçludur; zekâsına değil. İnsan bir şeyle alakalı tefekkürü kendi zekâsıyla yapıp yapamayacağına aklıyla karar veriyor. Zekâ nihayetinde herhangi bir nesneye yöneltilecek soruların farklı ve yeni versiyonlarını üretmeyi; yeni cevaplar konusunda gece gündüz çalışmayı sağlıyor. Ama sorulara başlangıç hareketini sağlayan akıldır.

4. Işıklar Küllîyyen Sönmeden

“Çıkrık ne kadar sağlam olursa olsun, kolları güçlü olmayan adam kuyunun derinliklerindeki suyu yukarı çekemez.” Mustapha Méditerrané

Zamanın aynalara yansımayan köşklerinde oturtup durduğumuz, bize sezdirmeden büyüyüp giden içimizdeki biz, doğmamış olanların doğup büyüdükleri ve bizim eskiden durduğumuz yerlerde durmaya başladıkları zamanlarda ve onların diri, heyecanlı seslerini duyar olduğumuz anlarda uyanır. Bu uyanma öyle sıradan bir uyanma değildir tabi. Tıpkı bu uyumanın sıradan bir uyuma olmaması gibi. Galiba, bir yaştan sonrası ciddi bir uyanma dönemi her açıdan. Kapı kulplarını tutup sarsmak için sahici bir uyanma dönemi. Bu uyanışta içimizdeki biz, genç insanları görüverir birdenbire ve şaşkınlıkla içimizdeki bize, karşımızda onlar varmış gibi seslenir: ”Siz ne zaman büyüdünüz? Biz ne zaman eskidik? Ne haldesiniz? İyi yetiştiniz mi? Sahiden biz sizi yetiştirebildik mi? Yoksa siz de bizim gibi tırnaklarınızla kazıya kazıya mı geldiniz bizim eski yerimize?. Yoksa, evet yoksa bizden bazıları gibi kuyruğuna mı yapıştınız heveslerin, kuklaların?” Dersiniz. Gençlerin çoğunluğunun vakit geçirdiği yerleri gördüğümüzde alacağımız cevapların bizi uyandığımız andakinden daha fazla sarsmayacak olması mümkün mü? Şaşkınlıkla dönüp durduğumuz yerde şaşırmış olmak bedbahtlığını kendimize yakıştırmayacağız da ne yapacağız? Her şeyin sorumlusu bizdik, biziz. Bizden öncekilerdi. Sıra sıra atalardı; ama artık onlar birer ölüydü. Biz de ölü namzetleriydik. Genç dirilerin ne halde olduğunu onlara göstermeliydik ölmeden önce. Sonrakilerin ataları olacak olan bizler bu girdabın çıkış noktasını gösterebilmeliydik gençlerimize.

3. Tehlikeli Ayrışma ya da Cemaat Asimilasyonu

Ayrışmaların tümü bütünleşmeye zıt bir seyir izler. Bütünleşme, bütün adına parçaların kendi özelliklerini muhafaza etmekten vazgeçmesi gibi lanse edildiğinde, karşıt olarak ayrışma da parçaların bütünün özelliklerinden vazgeçerek kendi özelliklerini öne çıkarmaya başlaması anlamına gelmek zorundadır. Bütün’ü özelliksiz parçalardan oluşturmak fikri, parçaların özelliklerini muhafaza etme refleksini ortadan kaldırmaz ve bir gün parçalar, ne kadar silikleştirilmiş olurlarsa olsunlar birer varlık olduklarını hatırlarlar. Bugün, o ‘bir gün’lerden biridir. Buradaki ‘bugün’ geniş bir günü içerir. Bugün’e ‘Bir Dönem’ de diyebiliriz. İşte biz o dönemin tam ortasındayız. Ve biz bu döneme biz kendi inisiyatifimizle gelmedik. Biz kendimiz, kendi özelliklerimizi hatırlamadık, bizlere hatırlatanlar var; bizler de hatırladık ve hızla ve büyük bir şiddetle ayrışıyoruz.
***
Yanlış, bütünü özelliksiz parçalardan oluşturma fikriyle başladı. Herhangi bir ‘doğal veya mekanik bütün’ parçaların kendi özelliklerini koruyarak oluşturdukları sistem bilinciyle bir arada dururken, bu doğallığa aykırı bir şekilde davranıldı ve yapay bir bütün oluşturuldu. Bu bütünü kendi ülkemizde hemen her alanda uygulamayı başarabildik.

2. Filistin Ateşi

Filistin acıların içinde pişiyor.1948'den beri yitirilen nesillerin/şehitlerin her birinin akan kanı gelecek zaman Araplarının tümü için birer keffâret oluyor. Filistin ateşi, bilinçlenmiş Müslüman kıvamında tüm Arap ülkelerini yakıp geçecek ve ilk anda diktatörlüklerin tümünü yıkacak bir ateş. Bugün Filistinli Arapları bir açık hava cezaevinde açlığa, hastalıklara mahkûm eden İsrail'i verdikleri dolaylı destekle, karşılıklı çıkar ilişkileriyle ayakta tutan tüm Diktatör Arap Ülkeleri, bağımsız ve demokratik bir Filistin'in  bütün Arapların kanına işleyecek muhtemel zaferlerinden korkuyorlar. Açıkça Arap diktatörlüklerinin tümü halklarının Filistinli Arapların yaydığı bilinçli güçten etkilenmesinin önüne geçmek istiyorlar.
***
Filistinli Araplar, Hamas'ı seçtikleri andan(2006 Ocak) itibaren büyük Arap Ayaklanmasını başlatmış oldular. Onlar yüzlerce yıldır ezilmiş, hor görülmüş, aşağılanmış, sömürülmüş, baskı altında tutulmuş tüm Arapların yükselen sesi olduklarını da artık fark ediyorlar. İtalyanlara, Fransızlara karşı şanlı bir mücadele verdikleri zamandan sonra bugün hâlen köle olduklarını fark eden Kuzey Afrika Arapları ile kuruluşlarından beri hiçbir onurlu duruş sergilemeyen Anadolu'nun güneyinde ve Arap yarımadasındaki Arap Ülkelerinde yaşayan Arapların kanlarını tutuşturacak bir ateş, ancak, siyâsetin ve çıkarlarının kölesi olmuş bir Arafat'tan sonra onurlu bir duruş sergileyerek Hamas'ı, dolayısıyla bilinçli direnişi seçen Filistinli Araplardan beklenebilirdi.

1. Söz Özüne Döner

"Biz sözün yumrulaştığı yerde sözü fark edenleriz"

Söz gittiği yere kadar bir sürü iz bırakır peşinde. Bu izlerle söz’ün ne tıynette olduğunu anlarız. Söz’ün anlattığı her ne varsa, o kendi izlerinin bıraktığı küçük anlam kovuklarında tek tek saklıdır. Biz insanlar ardından gittiğimiz sözün, bıraktığı izleri izleriz. O küçük anlam kovuklarında gizli-açık bırakılmış ne kadar iz varsa, gücümüz nispetince onları alır inceler, sever ya da onlardan nefret ederiz; başka seçenek yoktur. Çünkü; o izler bizi sözün gittiği yere götürür.
***
Hiçbir söz kendi izlerinin gittiği yerden başka bir yere gidemez. İzlerini sevdiğimiz sözün gittiği yeri de severiz; izlerinden nefret ettiğimiz sözün gittiği yerden de nefret ederiz. Biz insanız, söze itibar eder; sözü yereriz. Bu sebeplerle söz gittiği yere gitmeden önce çıktığı yer’i târif eder. Bizler de sözü her iki yönde tâkibeder, sözü duyduğumuz anda, tam orada, orta yerde durur; kendini târif ettiği şekilde onu tartar, onun izlerinden hareketle iz yolunda hem ileriye hem geriye bakarız. Sonra hiçbir ayrım gözetmeden sözün gittiği yere dair duygularımızı sözün çıktığı yere de sarf ederiz.
***
Söz’ün gittiği yer çıktığı yerle aynıdır. Zirâ her söz sahibine döner. Söz’ün gittiği yeri seviyorsanız, sözün çıktığı yeri de seversiniz; özünde sevdiğiniz sözü sarf edendir. Söz’ün gittiği yerden nefret ediyorsanız, sözün çıktığı yerden de nefret edersiniz; özünde nefret ettiğiniz sözü sarf edendir.